ÇOCUKLUĞUMUZUN SOFRALARI
Öyle ya sofralar sadece bedenimizi değil, aidiyet duygumuzu da beslerdi. Bu yüzden bizim için sofra demek, yuva demekti.

Hatice Başkapan Şahan
haticebaskapan@hotmail.com -Anne ya da babasının böldüğü ekmekle karnını doyuran çocuklardık biz, şanslı çocuklar… Şanslıydık evet, aile olmanın somutlaştığı “sofra”larda otururduk en az üç vakit. En az üç diyorum çünkü sofralarımızın çay saatleriyle beşe çıktığı günler de az değildi. Varsa derdimiz orada konuşur, heyecanımızı orada paylaşır, mutluluğumuzu orada çoğaltırdık. En çok orada hissederdik ailemizin parçası olduğumuzu. Öyle ya sofralar sadece bedenimizi değil, aidiyet duygumuzu da beslerdi. Bu yüzden bizim için sofra demek, yuva demekti.
Şimdilerdeki gibi herkesin eline bir tabak alıp odasına çekildiği günlerden çok uzaktık. Evet, çekilecek bir odamız yoktu ama meselemiz bu değildi. Oda olsaydı da sofra evin ortasına, herkesin oturacağı alana kurulurdu. En büyüğümüzden en küçüğümüze hepimiz orada olurduk. Hele birimiz eksik olalım! Babam hemen, “… nerede?” diye sorar, “Sofrada adam beklenmez!” derdi. Biz bunun, “Sofrada adam bekletilmez!” demek olduğunu, üstüne basılarak söylenen “adam”ın erkek için değil, âdem/insan anlamında kullanıldığını bilirdik. Sofra kuruluyken ayak sürüyüp gelmemek hem sofradakilere hem de sofranın kendine hürmetsizlikti. Annemin tabiriyle bu, terk âdetti. Anlayacağınız gibi bizde sofra demek, terbiye demekti. İnsana da nimete de hürmetti, değer vermekti.
Sofraya ailecek oturmakla bitmiyordu işin güzelliği. Ben onu yemem, bunu yemem, diye yemeklere burun kıvırmak aklımızın ucundan bile geçmezdi. Hele bir geçsin! Sonraki öğüne kadar aç beklemeyi göze almamız gerekirdi. Daha da önemlisi Allah’ın verdiği nimetlerin kıymetini bilmemek gibi bir nankörlük etmiş olurduk ki bu durum, büyüklerimizi çok rahatsız ederdi. Böyle bir şey yaşanmasın diye annem sürekli şunu hatırlatırdı bize: “Yemekler, siz onları yiyip elhamdülillah deyinceye kadar titrermiş sofrada yavrum, acaba bana bir kusur mu bulacaklar diye!” Bunu duydukça yemekleri incitmekten korkardık. O zamanlar, kabağı incitmenin aslında kabağın sahibini incitmek olduğunu akıl edemezdik ama içimizde yemeğe karşı bile bir merhamet büyütürdü annemiz. Ve eklerdi: “Eğer beğenmezseniz Allah elinizden alır!” Bunları duydukça bize sınırsız nimet veren Rabb’imize şükretmeyi, verilen ve yapılan karşısında minnettar olabilmeyi, yetinmeyi, değerini bilmediğimiz şeyleri bir gün kaybedeceğimizi öğrenirdik. Bizim için sofra, kıymet bilmenin öğrenildiği bir ders, bir mektepti.
Sofrada telefonlara gömülmezdi kimse. Ellerde sadece kaşık, çatal, ekmek bazen de tuzluk olurdu. O gün yaşananlar masaya yatırılır; çehrelere bazen keder, bazen tebessüm yayılırdı. Sofra başları yalnızca bedenlerin bir arada olduğu, soğuk, kopuk ortamlar değildi. Bilakis herkesin herkesi duyduğu, dinlediği; herkesin bir şeyler söylediği sohbet meclisiydi. Sofra demek, muhabbet demekti.
Çoğunlukla bir misafirle şenlenirdi sofralarımız. Biz bilirdik ki misafir on rızıkla gelir, bunların birini yer, dokuzunu hane sahibine bırakıp giderdi. Yani misafir bereketti ve soframız onunla ziyadeleşirdi.
Büyükler gelmeden sofrada yemeğe başlanmazdı mesela. Ne kadar acıkmış olursak olalım yemeklere ramazandaki hürmetle bakar, onlara el uzatmazdık. Tam da bu anlarda sofra bizim için sabretmenin adıydı.
Kaldı mı öyle sofralarımız sahi? Çoluk çocuk hep birlikte oturduğumuz, birlikte yiyip doyduğumuz, deyip güldüğümüz, tabağı sünnetleyip “Allah’ım, sen olmayanlara da ver!” dediğimiz, güzel bir şey pişmişse hemen bir tabak alıp komşuya ikram ettiğimiz o bereketli, bol muhabbetli sofralarımız kaldı mı? Yoksa onları yitirdik mi? Yani sabrımızı, yani bereketimizi, yani muhabbetimizi, yani dersimizi; kadir kıymet bilmeyi, şükretmeyi, terbiyelenmeyi, yani yuva olduğumuz hissini yitirdik mi?..

